Çiçek gibi

Ama neden? Bu sorunun bir çok şey için kapı aralayıcı bir özelliği olduğunu sanırdım. Öyle sanarak yönelttiğim bu soruya uygun bir cevap alamadığım hiçbir kapının önünde dikilmiyor hatta hızla uzaklaşıyordum. İçimde bir yerlerde doğru yaptığımı hissettiren, sırtımı sıvazlayan bir el hissederdim. Ama şimdi - ama nedenin tam zıttı olan ama şimdi- yine aynı soruyu soruyorum. Ve bir önceki bana baş kaldırarak cevap bulamadığım her kapıyı açılması için zorluyorum. Peki neden mi? Çünkü soruyu sorarken gelecek cevabı şekillendiren de zaten benim, biliyorum. Ama neden yapayım? ile ama neden yapmayayım? arasındaki çizgi hiç de ince değil. Gayet kalın, gayet belirgin, bakanın kolaylıkla görebileceği, biraz daha yaklaşanın göğüs kafesinde hissedeceği bir çizgi. Ama neden yazayım? Tamam ben yazayım ama neden okusunlar? Bu ve benzeri duygular ile yüklü olan soru kalıplarının tecavüz etmesinin de öpe öpe sevmesinin de tamamen bana bağlı, benimle ilgili olduğunu anladığımı sanıyorum. Asla emin değilim. Emin olduğum herhangi bir şey var mı ondan da emin değilim. Emin olmaya meylettiğim tek bir şey var. O da şu; bir yola çıkmak istiyorum. Bu yolda yuvam olacak araç ise yalnızca yazmak olabilir. Yalnızca elde olan o olduğu için dudak kıvırarak değil, gerçekten severek ve yaşadığımı hissederek yapabileceğim şeyin o olduğunu bilerek yazmak istiyor ve yazıyorum. Yazar olmak için değil. Sadece yazmak için, yolu bir tek bu şekilde bitirebileceğim için ve yazmak, sadece yazmak olmadığı için canım okur. Yazmalı mıyım kısmını nihayet atlatmış ama bu kez de ne yazmalı, nasıl yazmalı ile boğuşur olmuştum.. Boğuşmak dedimse nefesimi kesen, can yakmaya ve belki yok etmeye yönelik bir boğuşmayı ifade eden türden değil. Sanki kollarımı iki yanımda tutmuş, her düşünce sarmalında etrafımda bir tur daha dönen, döndükçe sıkıştıran, sıkıştırdıkça “hadi” yumurtlayan bir boğulmayı kast ediyorum. Ve fark ettim ki bu olanların da tüm nedeni aslında ve yine sadece benim. Benim. Zihnim. Üzerini örttüğüm şeyin altında kaldığımı ilk o zaman fark ettim. Birkaç zaman önce anneme dünyaya gelmek ve dünyadan gitmek ile ilgili ne düşündüğünü sorduğumda göz göze gelmemiz çok da uzun sürmemişti. Bu, benim için cevabın zaten halihazırda var olduğu, zaten bilindiği anlamına gelir. “İnsanlar anne karnında oraya ait hissedip, dünyaya gelmemek için uğraşırlar. Ikınarak, zorlanarak ve istemeye istemeye doğarlar. Bir süre dünyaya adapte olamazlar, çok ağlarlar. Sonra alışırlar ve bu kez de dünyaya ait hissederler. Başta doğmak istemedikleri gibi sonra da ölmek istemezler. Yani önce gelmek istemeyiz sonra da gitmek. Belki de ölmek bir açıdan doğmanın ta kendisidir… Ben böyle düşünüyorum.” Soruyu sorarken gelecek cevaba gülümseyeceğime sonsuz emindim. Fakat üzerine bu kadar düşünüp, etkileneceğime ihtimal vermezdim. Sorulsa kendi kendim ile boğuşacağıma da ihtimal vermezdim. Emin olamamalarım ile ihtimal verememelerim birbirine denktir. Dedim ya ben yazarım. Dedim ki ben yazacağım. O zaman yazayım. Ne yazmalı düşünmeden, kim neden okusun sorusunu beslemeden, kalmak veya gitmek istemeden yalnızca yazacağım. Belki yazmak da bir açıdan doğmanın ta kendisidir. Doğmak ve doğurmak ile ilgili konuları ellerimi göğsümde birleştirip -çiçek olup- sessizce dinleyebilirim. Ama mevzu yaşamak olursa işte o zaman çiçek olmaktan çıkar, ellerimi herkesin görebileceği bir şekilde havaya kaldırırım. -Hava yazarken aynı zamanda hissettim, derin bir nefes aldım. Hadi! Sen de al da öyle devam edelim.- Ellerimi havaya kaldırır ve şöyle derim; “Hayır! Hayır hayır. Bu öyle bir şey değil. Yaşamak bence hiçte sandığınız, bildiğiniz, özendiğiniz gibi bir şey değil. Ya siz öğretmeninizi hiç dinlememiş, hiçbir şey öğrenememişsiniz ya da koca sınıfta bir ben çiçek olmuş, olduğum gibi de kalmışım. İlkokulda çiçek olduğumuz o an, sınıfa öğretmenin gözünden bakar ve çiçekler ile kaplı sıralar ve rengarenk bir sınıf görürdüm. Acaba ben hangi çiçeğim? Acaba bu bir türlü susmayanlar hangi böcekler? Acaba böcekler çiçekleri en fazla ne kadar üzebilirler? -umarım böceklerde renkli ve çok güzeldir- diye düşünürdüm. Kendime gelmem için genellikle birinin dürtmesi, insan olmaya davet etmesi gerekirdi. Ve biliyor musun? Ben çiçek olmaktan hiç vazgeçemedim. Güzel gördüğüm her şey için “çiçek gibi” dedim. Yanından geçtiğim her çiçeğe sessizce selam verdim. Gülümsedim. Bir çiçeğe dokunmak için bir neden aramadım, bir günün gelmesini beklemedim. Birinden gelmesini umut etmedim, gelirse daha çok sevinmedim. Çünkü zaten yaşamak benim için hep çiçek gibiydi. Hala çiçek gibi. Ama başka hiçbir şey öyle değil. Kaldırım taşlarının arasında verdiği her savaştan çiçek gibi açmış her ben için üzerine basıp geçmekten zevk alan bir böcek belirmiş. Öylesi ona iyi geliyormuş. Doğru olanı yapıyormuş. Bir o biliyormuş. Sorun incelikmiş. Bir çiçeğin üzerine basılmasını doğru kılan şey sahip olduğu incelikmiş. Yüzümü düşüren, kalbimi solduran her olay karşısında aldığım cevap istisnasız bu oldu. “Sen çok ince düşünüyorsun.” Hayır sevgili en böcek. Ben yalnızca ellerimi göğsümde birleştirmiş, öğrenmek ve büyümek üzere derin bir nefes almış ve hangi renge bürüneceğimi merakla beklediğim yola pırıl pırıl gözlerle bakıyor, dünyanın benden memnun kalmasını umut ediyorum. Tüm bunları yaparken çiçek olmayı, gökyüzüne bakmayı, denize gülümsemeyi, bir kuşun kanat çırpışını duymanın hazzını, bir yaprağın vedalaşır gibi süzülerek akışına göz kırpmayı hiç unutmuyorum. Bunları sıradanlaştıramıyorum. Makineleşemiyorum, ambalaj olamıyorum. Kırmızı, zarif bir stilettonun sahip olduğunu inceliğin ilkokuluma doğru yürüdüğüm yolda sağımda gördüğüm, görmeyi çok sevdiğim o canım gelincikten aldığına inanıyorum. Sarılmak hissinin güzelliği bence begonvile dayanıyor. Nasıl da sarıp sarmalıyor yanında olanı, boş bir duvar gibi duranı. Sarılmakla da kalmıyor çiçekler açıyor, yeşiline pembeler katıyor. Sonra ne oluyor biliyor musun? Ben ve birileri oraya doğru yürüyoruz. Yanımdaki “ne güzel bir duvar, şuna bak üzerinde çiçekler açmış” diyor. Ben begonvile gülümsüyorum. Biliyorum. Görüyorum. Hiç unutmuyorum. Unutur gibi olduğum an köşedeki çiçekçiye gidiyorum. -Kolay gelsin. 10 liram var, bana bir çiçek verir misin?” *Tabi veririm. Hadi hangisini istiyorsan seç bir tane. Şu olsun. -Ve başlıyorum izlemeye, sonra yavaş yavaş gülümsemeye- *Tamam o olsun. Ama yanına şundan da koyayım mı? Bence koyayım. Bak bu da güzel oldu yanında he, bundan da koyayım. Boyu bu kadar iyi mi? İyi iyi. Dur şundan da koyayım. Güzel oldu mu? Oldu tabi. Olmaz mı hiç. Bak ne güzel oldu. Hadi, şimdi bir tane daha seç de o da benden sana hediye olsun. İşte tam bu an! Tam da cümlesini bitirip nihayet bana baktığı o an, her şey donsun, dursun istiyorum. Dünya, yalnızca 10 lira ile koca bir buket olsun yetmesin bir de hediye sunsun. Ne kadar güzel olduğunu hiç bilmesin. Ama o sakat denilen 9 parmak ile bir araya getirilip bana doğru uzatılmış bu buket güzelliğini de hiç kaybetmesin. Ben o çiçekçi amcadan aldığım hiçbir çiçeği solduğu zaman atamadım. Solmuş olanlar için ayrı bir yer yaptım. Artık çiçek gibi olmadığını söyleyenlere aldırmadım. Çünkü onları ne zaman görsem incelik ne demek, çiçek olmak ne demek onu hatırladım. İncelikler yüzünden diyen ağızları seveyim, bunu bahane edenlere ise bir buket de ben göndereyim. Anlamazsa öğretmene şikayet etmeyeyim ama ismini de tahtadan hiç silmeyeyim. Ceza olsun diye değil. Konuşanlar yazıp altını çizdiysem yanına mutlaka bir de çiçek çizmişimdir diye. Cismini değilse de ismi çiçek gibi görünsün diye. 

- samimi gülümseme

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bütün mümkünlerin kıyısında

Bu buluşmaya bir isim vereceğim

Bu dünyada kötüler hep aynı şeyi söylüyor